Bu basit kan testi kanseri yıllar önce öngörebilir



Yeni tip bir noninvazif kanser testi, basit bir kan testiyle yüksek doğrululukla kanser teşhisi yapabileceğimiz bir geleceğe giden yolda, fizibilite çalışmalarının ilk aşamasında umut verici sonuçlar ortaya koydu. “Sıvı biyopsi” de denen teknoloji, tümörlerden kopmuş DNA parçaları kanı için tarıyor. Bu yeni sonuçlar da bizi kanser teşhisinde büyük bir gelişmeye yaklaştırıyor.
Şu anda kanseri tespit etmek için en iyi yöntem biyopsi yapmak, yani laboratuvar analizleri için tümör dokusundan küçük bir parça kesmek. Biyopsiler çoğu zaman acılı ve invazif, bir de, zaten bir tümör olan ya da en azından olduğu düşünülen durumlarda uygulanabiliyor.
Bilim insanları, bu nedenle, aynı işi cerrahi işlem olmadan yapıp çok daha erken teşhis sağlayabilecek kan testleri geliştirmek için çalışıyorlar. Dolaşımdaki tümörlerden kopmuş DNA parçalarına odaklanıldığında kandaki kanseri tespit etmek mümkün, buna dolaşımdaki tümör DNA’sı (ctDNA) deniyor.
Son yıllarda bilim insanları, kanser teşhisi konmuş hastalardan alınan örnekleri inceleyerek ctDNA’yı tespit etmenin en iyi metodunu bulmak üzerine çalışıyorlar.
Son çalışma, American Society of Clinical Oncology (ASCO) 2017’deki toplantısında sunulduğunda bilim insanlarının ctDNA teşhisi ile neler bulabileceği konusunda işleri kızıştırdı. Memorial Sloan Kettering Centre Baş Araştırmacısı Pedram Razavi; bulgularının, dolaşımda yüksek yoğunlukta tümör DNA’sı diziliminin mümkün olduğu ve bunun klinik kararlar için, tümör örneği almaya ihtiyaç duymaksızın paha biçilmez bilgi sağlayacağını gösterdiğini söylüyor.
Ekip metastatik göğüs kanseri, akciğer kanseri ve ilerlemiş prostat kanseri olan 124 hastadan alınan doku örneklerini kullanmış. Örnekleri, 508 farklı gen mutasyonu için, neredeyse 60000 kez genomun spesifik bölgelerinin üzerinden geçerek taramışlar. Bilim insanlarına göre, bu metot diğer dizilim yaklaşımlarından 100 kat daha fazla veri sağlamakta.
Metodun kanda dolaşan tümör DNA’sı yakalayabildiğini anlamak için ekip, doku örneklerinin sonuçları ile hastaların kendi beyaz kan hücrelerinden genetik materyali karşılaştırmış. Razavi; hücresiz DNA ve beyaz kan hücresi DNA’sının kombine analizleri tümör DNA’sını çok daha yüksek hassasiyetle belirlemeyi sağlarken, derin dizilim nadir tümör DNA’sı parçalarını bulmamıza yardımcı oldu diyor.
Araştırmacılar; 3 tip kanserli doku örnekleri içerisinde 864 genetik değişiklik belirleyip, bunların %73’ünü kan testlerinde de bulmuşlar.
Hastaların %89’unda hem kanda hem de tümör dokusunda en az bir mutasyon bulmuşlar. Başarı oranı, göğüs kanseri gibi sıvı biyopsiye uygun durumda %97’ye yükselmiş.
Hassas ctDNA testlerinin en büyük faydalarından biri, biyopsinin aksine,  kanseri yıllar öncesinden bulma şansı tanıması, onu vücuda yayılma vakti bulamadan yakalamak.
Yeni metot, bir genomik şirket olan Grail’in araştırmacıları tarafından geliştirildi. Jeff Bezos, Bill Gates gibi hayırseverlerin fonlarıyla desteklenen şirket erken kanser teşhisine adanmış. Grail’den, çalışmanın da ortak yazarlarından biri olan Mark Lee, Reuters’a; şirketin bu yeni testi, yüz binlerce kanserli ve kansersiz insandan geniş çaplı veri toplamak için kullanmayı planladığını söylüyor.
Sonuçlar şu an için umut verici görünse de, bu teknoloji hepimizin rutin kontrollerde faydalanabileceği bir erken teşhis aracına dönüşmeden önce ekibin daha pek çok araştırma yapması gerekiyor.
Sonuçlar, ASCO Yıllık Toplantısında sunuldu ve Journal of Clinical Oncology dergisine kabul aldı.



Emoji

Mısır’da 3500 yıllık tamamlanmamış dikilitaş bulundu



Mısır’ın Aswan şehrinde 42 metre uzunluğunda ve 1200 ton ağırlığında yekpare taştan yapılmış bir anıt bulundu. Anıtın, günümüzden 3500 yıl önce, 18. hanedanın kadın firavunu Hatshepsut tarafından yaptırıldığı düşünülüyor.
Dikilitaşlar, dört taraflı konik yapılardır. Bu yapılara Eski Mısırlılar tekhenu derlerdi. Ancak biz onları yunanların obeliskos (İngilizce obelisk) isimlendirmesi ile biliyoruz. Bu anıtlar, tapınakların girişlerine yerleştirilirdi ve Eski Mısır’ın yaratıcılık ve mühendisliğini gözler önüne sererdi. Roma İmparatorluğu da bu dikilitaşların bir kısmını Roma’ya taşıyarak ve benzerlerini kendileri yaparak bu geleneği devam ettirdiler. Dikilitaşlar daha farklı ülkelerde de bugün hala görülmekte.
Aswan’da bulunan dikilitaş ise henüz yapım aşamasındayken, yani ana kaya kütlesinde şekillendirilirken yarım bırakılmış. Bilinmeyen bir sebeple bir şeyler ters gitmiş. Ancak iyi ki böyle olmuş. Bu keşif sayesinde Eski Mısırlıların dikilitaş yapım tekniklerini görebileceğimiz bir açık hava müzesine sahip olduk. Bu, arkeoloji tarihi açısından önemli bir keşif.
Kaynak: mymodernmet.com



Emoji

Sürücüsüz araçlar geliyor, peki hazır mıyız?


Dünya’yı otomobiller kadar etkileyen çok az icat bulunur, otomobillerin icadından bu yana yaklaşık 250 sene geçti, peki sokaklarımızda yollarımızda kendimizin sürdüğü araçların yerini nasıl olur da sürücüsüz araçlar almaya başlar, nasıl mümkün olabilir sürücüsüz yollar?
Popular Mechanics Dergisi’nin “uçan arabaların”  sözünü vermesinin üzerinden neredeyse 60 sene geçti fakat belli ki biz insanlar belli bir süre daha uçan arabalara sahip olamayacağız. Toprağa bağlı kalacağız gibi gözüküyor. Peki sürücüsüz araçlar? Onların vaadini vermek zor mu? Hayır zor değil, hatta sürücüsüz araçlar çoktan ortaya çıkmış bulunmakta. Yolculuk esnasında biz aracın içinde kitap okuyup, film izlerken, uyurken, aracın kendi kendini sürdüğünü bir düşünün, işte bunlar artık hayal değil.
Başlangıç olarak sürücüsüz araçlar otobanlarda, işlek yollarda kendini göstermedi fakat kamuya açık yerlerde sürücüsüz araçların test edilmeye başlandığını biliyoruz, Araçlar trafiğe çıkmadan önce yüzlerce teste tabi tutuluyor  ve özellikle araca ne kadar çok sensor yerleştirilirse, güvenliğin de o kadar çok artacağına dair bir inanç mevcut. Dolayısıyla üreticilerin testleri sürerken, geliştirme aşamaları da aynı hızla devam ediyor. Bu testlerle birlikte, insanların sürücüsüz araç çalışmalarını öğrenmeye başlamasıyla insanların kafalarında birçok soru işaretleri ve merak ettikleri konular ortaya çıkmaya başladı tabi ki, insanlar test sürüşlerinin kamuya açık alanlarda gerçekleştirilmesinin ne kadar güvenli olabileceğini, trafiğe sürücüsüz araçlarla nasıl çıkılacağını, bu araçların ne kadar yollara uygun olduğunu merak ediyor. Bu tartışmalar ve sorunlardan ötürü Güney Kore çoktan bir çözüm projesini ortaya koydu ve 360 bin metrekarelik eşi benzeri olmayan devasa bir alanda test sürüş parkuru oluşturma çalışmalarına başladı. Bunun dışında Amerika, Almanya ve Avustralya’da da sürücüsüz otomobiller için önemli çalışmalar yapılıyor. Hatta geçtiğimiz günlerde Almanya’nın sürücüsüz otomobiller için bir otobanı kullanıma açacağı haberi ortaya çıktı, İngiltere’de de benzer bir çalışma gündemdeyken 1.249.030.000 nüfusuyla Dünya’nın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan’ın ise Ulaştırma Bakanı  Nitin Gadkari, mevcut koşullar doğrultusunda Hindistan’da sürücüsüz otomobillerin trafiğe çıkmasına kesinlikle izin vermeyeceklerini söyledi.  Kararın nedenleri arasında güvenlik endişelerinin ve taksicilerin istihdamına yönelik kaygıların yer aldığı iddia edildi. Sürücüsüz araçların güvenliği ve getireceği düşünülen olumsuz durumların tartışması da böylelikle yine gündemi meşgul etmeye başladı.
Durum şu ki; aslında, sürücüsüz araçların bazı belirsizlikleri ne yazık ki hala devam ediyor. Yağmur, kar gibi zorlayıcı hava şartlarında ne kadar iyi çalışabileceği, binlerce kilometrelik yolların değişen şartlarına nasıl uyum sağlayabileceği, yolda karşılaşılan diğer araçların ani hareketlerine nasıl tepki gösterebileceği  gibi sorunlar  henüz cevaplanmış durumda değil. Ve insanlar sürücüsüz araç üzerinde ne kadar çok test yapılırsa yapılsın güvenlik konusunda hala şüphe içerisinde, fakat araştırmacılara göre de trafik kazalarının büyük bir kısmı insan hatalarından kaynaklanmakta ve eğer trafikten insan sürücüler kaldırılırsa, kazaların büyük oranda önüne geçilebileceği, kazanın olma olasılığını azaltılabileceğinde ortak bir fikre sahipler.
Diğer sorunlardan biri de, sürücülerde araba sahibi olma eğilimlerinin değişip değişmeyeceğini bilmiyoruz. İnsanlar kendi kişisel sürüş otomobillerini isteyebilirler, biliyoruz ki araç sürmek bazı insanlar tarafından bir çeşit hobi ve eğlence. Herkes aracının otomatik olmasını istemeyebilir.Bizzat kendi sürmek isteyebilir. Bu konuyla ilgili TTI’nin (Teksas Taşıma&Ulaşım Enstitüsü) Teksas kentindeki sakinler üzerinde yaptığı “sürücüsüz araçlarda seyahat etme isteği” çalışmasında, katılımcıların %50-50 fikir  ayrılığı yaşadığı sonucuna varıldı. Şunu söylemekte fayda var ki, sürücüsüz araçların eğitimi ve güvenliğinin bilgisi verildiği zaman sürücüsüz araçla seyahat etme isteğinin oranının artacağı belli. Sürücülerinde bilmesi gereken bir şey var ki, o da sürücüsüz araç eğitiminin alınması gerektiği,sürücüsüz aracın kullanım prosedürleri, yollarda acil durumlarda nasıl davranılacağı, arabanın bakımı, sürücüsüz araçta insanların rolleri gibi konular üzerinde detaylı bilgi sahibi olması gerekiyor sürücülerin.
Peki ya sorumluluk? Şoförü olmayan bir araba kaza yapar ise kim suçlu olacak, araba mı? Polis arabayı durdurduğu zaman kimi suçlayacak? Yolculuk esnasında, kişi her zaman uyanık ve her saniye aracı gözlem halinde mi olmalı, aracın hata yapma riskine karşı tetikte mi beklemeli insan? Bunlar da daha yanıt bulabilmiş değil.
İş istihdamı nasıl olacak, o da başka bir soru. Hindistan, Çin, Amerika gibi kalabalık nüfuslu ülkelerin bu teknolojiyi yaygınlaştırması üzerine işsiz sayısı milyonlarca artacak. Taksi şoförlerinin, özel araç şoförlerinin işsiz kalacağı çok açık ortada gözüküyor. Peki bu sorun nasıl çözülecek?
Bu sorular sadece bir başlangıç, her yeni teknolojiyle ortaya birçok sorunun ve öngörülemeyen konuların ortaya çıkacağı kesin. Belirsizlikler elbet olacaktır. Kesin olan, insanoğlu olarak; o büyük otoyolları inşa etmeye başladığımızdan beri, ulaştırma tarihinin en önemli zamanlarını yaşıyoruz.Belki arabalarımız uçmayacak ama eskisinden çok daha yetenekli olacaklar. Evet, henüz hazır değiller -biz de hazır değiliz-  fakat uzun sürmeyecek. Sürücü koltuğunda kim olursa olsun, otomotiv sektöründe teknolojik gelişimler asla duracağa benzemiyor.

Kaynakça:
  1. https://theconversation.com/self-driving-cars-are-coming-but-are-we-ready-81538
  2. http://www.popularmechanics.com/cars/technology/news/a27502/ready-self-driving-cars/
  3. https://www.dezeen.com/2017/07/26/india-ban-self-driving-cars-protect-jobs-technology-transport/
  4. https://www.digitaltrends.com/cars/road-rave-the-best-cities-for-self-driving-cars/
  5. https://www.washingtonpost.com/news/innovations/wp/2017/07/31/why-indias-ban-on-self-driving-cars-is-misguided/
  6. https://www.theverge.com/2017/5/9/15596366/south-korea-self-driving-car-test-site-worlds-biggest



Emoji

Dünyanın en eski krateri Grönland’da bulundu


Uluslararası bir bilimsel araştırma ekibi, Grönland’da üç milyar yıl önce meydana gelmiş bir asteroid çarpması sounucunda oluşan devasa bir krater bulduklarını açıkladılar.
Araştırmacılar, 100 kilometre genişliğindeki kraterin bir kısmını Batı Grönland’ın Maniitsoq bölgesi yakınlarında buldular ve kraterin 3 milyar yaşında olduğunu tahmin ediyorlar. Daha önce bilinen en büyük ve en eski krater, 300 kilometre çapı ile Güney Afrika’da bulunan Vredefort krateriydi.
Ay yüzeyinde gerçekleşmiş meteor çarpmalarının izleri bugün kolay farkedilebilir durumda. Ancak kıtaların ayrılması ve yer değiştirmesi, rağmur ve rüzgar sebebiyle tarih öncesi dönemlerde dünyada meydana gelmiş krater oluşumlarını tespit etmek zorlaşıyor. Ay’dan çok daha büyük olan dünyamızda çok ciddi çarpışmalar meydana gelmiş olmalı. Ancak şu ana kadar dünyada sadece 180 krater tespit edilebildi.
Cardiff Üniversitesi Dünya ve Okyanus Bilimleri bölümünden Dr. Iain McDonald’a göre bu keşif, bir milyardan eski kraterlerin de tespit edilip üzerinde çalışılabileceği anlamına geliyor.



Emoji

1 Eylül’de Dünyamızı büyük bir asteroit geçecek



Dünya’ya yakın büyük bir asteroit olan Asteroid Florence, 1 Eylül 2017’de yaklaşık 7,0 milyon kilometre veya yaklaşık 18 Dünya-Ay uzaklığı) mesafede güvenle geçecek. Florence, birkaç kilometre uzunluğundaki Dünya’nın en yakın asteroitlerinden biridir; NASA’nın Spitzer Uzay Teleskobu ve NEOWISE görevinden alınan ölçümler, yaklaşık 4,4 kilometre boyutta olduğunu gösteriyor.
Pasadena, Kaliforniya’daki Ajansın Jet Propulsion Laboratuarı’nda (JPL) bulunan NASA’nın Yakın Uzay Nesneleri Araştırmaları Merkezi (CNEOS) yöneticisi Paul Chodas “Bilinen birçok asteroit, Florance asteroidinin 1 Eylül’de Dünya’ya olacağından daha yakın olmasına rağmen, bunların hepsinin daha küçük olduğu tahmin ediliyor. Florance, yakın Dünya gezegeni asteroitlerini bulmak ve takip etmek için oluşturulan NASA programı başladığından bu yana gezegenimizi bu yakınlıkta geçecek en büyük asteroid.” dedi.
Bu nispeten yakın karşılaşma, bilim insanlarının bu asteroidi yakın bir şekilde incelemelerine olanak tanıyor. Florance’ın yer-temelli radar gözlemleri için mükemmel bir hedef olması bekleniyor. NASA’nın Kaliforniya’daki Goldstone Güneş Sistemi Radarında ve Porto Riko’daki Ulusal Bilim Vakfı Arecibo Gözlemevinde radar görüntüleme planlanmaktadır. Ortaya çıkan radar görüntüleri, Floransa’nın gerçek boyutunu ve yaklaşık 10 metre kadar küçük yüzey ayrıntılarını gösterebilecek.
Asteroid Florence, Mart 1981’de Avustralya’daki Siding Bahar Gözlemevi’ndeki Schelte “Bobby” Otobüsü tarafından keşfedildi. Çağdaş hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale (1820-1910) onuruna verilir. 2017’deki karşılaşma, 1890’dan beri bu asteroid tarafından en yakın olanı olacak ve 2500 sonrasına kadar da en yakını olarak kalacak. Florance, Ağustos ayının sonlarında ve Eylül ayının başında dokuzuncu büyüklüğüne parlayacak ve Piscis Austrinus, Capricornus, Aquarius ve Delphinus takımyıldızları boyunca birkaç gece boyunca küçük teleskoplarda görünür olacak.
Radar, bugüne kadar yüzlerce asteroit gözlemlemek için kullanılmıştır. Güneş sisteminin oluşumundaki bu küçük, doğal kalıntılar nispeten Dünya’ya yakın olduğunda, derin uzay radarı, boyutlarını, şekillerini, dönüşlerini, yüzey özelliklerini ve pürüzlülüğünü incelemek ve bunların yörünge yollarının daha kesin belirlenmesi için güçlü bir tekniktir.
Kaynak: NASA/Jet Propulsion Laboratory. “Large asteroid to safely pass Earth on Sept. 1.” ScienceDaily. ScienceDaily, 22 August 2017. <www.sciencedaily.com/releases/2017/08/170822144507.htm>.



Emoji

Atom dünyasını tam renkli hale getirme



Bilim insanları, atomik kuvvet mikroskopu ile taranan verileri net renkli görüntülere dönüştürerek atom dünyasını görselleştirmenin yeni bir yolunu geliştirdiler. Alkol, yarı iletken ve kimyasal bileşiklerin kısa sürede gözlemlenmesine olanak tanıyan yeni geliştirilmiş yöntem, yüzeylerin ve cihazların araştırma ve geliştirilmesinde yaygın olarak kullanılma vaadinde bulunmaktadır.
Özel moleküller ve atomlar gördüğümüz ışık dalga boylarından çok daha küçüktür. Bu tür küçük yapıları görselleştirmek, genellikle atomların konumlarının siyah-beyaz gösterimini sağlayan özel araçlar gerektirir. Atomik kuvvet mikroskopları (AFM), yüzeyleri atomik ölçek seviyesinde incelemek için kullanılan en güçlü araçlardır. Bir yüzey üzerinde hareket eden bir nano-ölçekli uç, atomların fiziksel konumları hakkında her türlü bilgiyi vermekle kalmaz, aynı zamanda kimyasal özelliklerini ve davranışlarını da verir. Ancak, AFM sinyalleri işlendiğinde bu bilgilerin çoğu kaybedilir. Profesör Hideki Kawakatsu başkanlığındaki Tokyo Üniversitesi Endüstri Enstitüsü (IIS) merkezli  çalışan araştırmacılar AFM’leri çalıştırmanın ve  yapısal ile kimyasal bilgileri net, tam renkli görüntülere ayıklamak için verileri görselleştirmenin yeni bir yolunu buldular. Bu bulgular yakın zamanda  Applied Physics Letters dergisinde  yayınlandı.
Araştırma yayınının başyazarı ve LIMMS / CNRS-IIS doktora sonrası araştırmacı olan Pierre Etienne Allain  “AFM çok yönlü bir tekniktir ve AFM ucunu frekans eğrisinin dibine bağlama yaklaşımımız yüzeyden bilgi kaybetme riski taşımadan aynı zamanda ölçümler yapmamızı sağladı” dedi.
İnsanlar sıklıkla AFM ölçümlerini, yüzey ile etkileşime girdiği zaman titreşimlerindeki değişimleri ölçerken AFM ucu sabit bir yükseklikte tutarak gerçekleştirirler.  Alternatif olarak, titreşimlerin frekansı aynı kalacak şekilde AFM’yi yukarı ve aşağı hareket ettirmek de mümkündür. Her iki yaklaşım da avantajlıdır, ancak birinin çok zaman harcayabileceği ve diğeri de bilgi kaybına neden olabileceği için dezavantajlara sahiptir.
IIS liderliğindeki araştırmacılar AFM ucu hareket ettirmek ve veriyi dönüştürmek için bir yol geliştirdiler; böylece ucu, titreşim frekansının yüzey tarafından kuvvetli bir şekilde etkilendiği bir konumda yüzeyin üstünde kalacaktı.
Bu yaklaşımın bir diğer yararı, modelin araştırmacıların renkleri sırasıyla kırmızı, mavi ve yeşil olarak atadığı üç değişken üretmesidir; böylece tam-renkli görüntüler üretebilmektedir. Ayrıca, yöntemlerini bir silikon yüzeyinde başarıyla test ettiler.
Yapılan yayının ortak yazarlarından olan ve doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Denis Damiron “Görüntünün renkleri aynı ise, sinyallerin aynı atom ve çevreden geldiğini söyleyebiliriz. Bir yüzeyden karmaşık kimyasal ve fiziksel bilgileri temsil eden bu yeni yol, atomların hareketlerini ve davranışlarını eşi benzeri olmayan detaylarla incelememize izin verebilir” dedi.



Emoji

Vitastiq – Sağlığınızı takip etmenin en kolay yolu



A, B, C, D, E, K vitaminleri; magnezyum, çinko, selenyum mineralleri… Hepsinin insan vücudundaki yeri oldukça önemli. Bu vitamin ve mineraller için takviyeler alan insanların sayısı ise azımsanmayacak düzeyde. Peki, size vücudunuzdaki 30 farklı vitamin ve minarelin seviyesini bir akıllı telefon uygulaması ve sadece vücudunuza dokunduracağınız bir kalem ile ölçebileceğinizi ve anlık olarak takip edebileceğinizi söylesek?
Bilimkurgu filmlerinden fırlamış gibi duran bu fikir günümüzde gerçeğe dönüştü. Vitasiq isimli kalem benzeri cihaz kulaklık girişinden telefonunuza bağlanıyor ve vücudun farklı noktalarının elektrik iletkenliğinin farklı vitamin ve mineral seviyeleri hakkında bilgi verdiği teorisine dayanarak sağlığınızı takip ediyor. Bu yöntemle çalışan aletler yıllardır tıpta da kullanılıyor ancak çok büyük, pahalı ve yeteri kadar duyarlı olmadıkları için çok ilgi görmüyorlar. Tabi ki hastanelerde ve büyük laboratuvarlarda yapılanlar gibi nanogram düzeyinde detaylı sonuçlar veremiyor ancak en azından bir fikir elde etmenizi sağlıyor. Bu başarılı ürünün fiyatının ise sadece 99 dolar olması planlanıyor. Çalışma şekli ve telefon uygulaması hakkında daha detaylı bilgi için ürünün indiegogo’daki sayfasına bakabilir, arzu ederseniz projeye bağışta da bulunabilirsiniz.



Emoji

Olmazsa olmaz 13 temel vitamin



İşte vitaminler hakkında kafa karıştıran şeyler:
Hayatımız tam anlamıyla vitaminlere bağlıdır ama bu onları dışarıdan almamız gerektiği anlamına gelmez. Bugüne kadar ki en iyi bilimsel kanıt hap şeklindeki vitaminlere ihtiyacımız olmadığını Amerikan Kardiyoloji Koleji Dergisi’nde yayınlanan bir çalışmanın güncel analizleri söylüyor.
Yine de 13 temel vitamini yeterli miktarda almazsanız rahatsızlanabilir hatta ölebilirsiniz. Bu vitaminleri çoğunu besinlerden alabilir, günlük multivitamin ihtiyacınızı onlardan karşılayabilirsiniz. Ancak bu her zaman doğru değildir. Kronik yetersiz vitamin alınımı kanser, osteoporoz ve kardiyovasküler hastalıklara neden olabilir.
Ne yazık ki, tavsiye edilen günlük vitamin miktarının %100’ünü güneş altında almak tehlikeli olabilir. Çok fazla yağda çözünen vitamin, vücut yağında toksin birikimine neden olabilir ve çok sayıda A ve E vitaminleri gibi antioksidanlar gelişmekte olan kansere paradoksik olarak katkıda bulunabilir. Aslında bazı serbest radikaller, bakteri ve kanser hücresi öldürmede yardımcı olabilir.
Catherine Price, Vitamania kitabı hakkında verdiği bir röportajda, “vitaminler mucizeviydi çünkü hastalıklardan korunmak için onlara ihtiyacımız var ama bu ihtiyaç, pazarlamacılara ve takviye gıda üreten endüstriye yaradı.” dedi. Kitapta, vitaminlere ihtiyaç duymamız onları dışarıdan sürekli almamız anlamına gelmediğini belirtiyor. Ulusal sağlık enstitüleri, alınması gereken vitamin miktarının zaten gün içinde tüketilen gıdalara eklendiğini söylüyor.
Sonuç olarak düşündüğümüzden fazlasını alıyor olabiliriz ki bu da tehlikeli olabilir. A vitaminin fazlası karaciğer hasarına ve doğum kusurlarına, çok miktarda alınan demir ise kusmaya sebep olabilir.
Ek vitamin almanız gerektiğine kişi kendisi karar veremez, vitamin seviyenizi değerlendirmek için bir hekime başvurmanız gerekir. Bu vitaminleri nereden aldığımız da dikkat edilmesi gereken bir konudur. Diyetle beraber alınan vitaminler, eğer vücutta emilimi engelleyecek bir hastalık bulunmuyor ise tamamıyla emilir. Vitaminleri besinlerden almak haplardan almaktan daha iyidir.
İşte vücudumuzun ihtiyacı olduğu vitaminler ve bulunduğu besinler:

A Vitamini

Faydaları: Dişlerin ve kemiklerin sağlıklı kalmasını sağlar. Mukozayı ve cildi korur.
Bulunduğu besinler: Koyu yapraklı yeşilliklerde, koyu renkli meyvelerde, yumurtanın sarısında, takviye edilmiş günlük ürünlerde (peynir, yoğurt, tereyağı ya da krema gibi), karaciğer, balık ve sığır etinde bulunur.

B1 Vitamini (Tiyamin)

Faydaları: Karbonhidratların enerjiye çevrilmesinde görev alır, ayrıca kalbin işleyişini ve sinir hücrelerini düzenlemeye yardımcı olur.
Bulunduğu besinler: Yumurta, tavuk gibi yağsız et, sakatat, fındık, tohum, baklagiller, bezelye ve kepekli tahıllarda bulunur.

B2 Vitamini (Riboflavin)

Faydaları: Kırmızı kan hücrelerinin üretimini teşvik eder, diğer B vitaminlerinin işlenmesine yardımcı olur.
Bulunduğu besinler: Yumurta, yağsız et, sakatat, süt, yeşil sebzeler ve tahıllar

B3 Vitamini (Niyasin)

Faydaları: Cildi ve sinirleri korur, kolesterolü düşürür.
Bulunduğu besinler: Yumurta, avokado, balık(özellikle ton balığı ve diğer tatlı su balıkları), baklagiller, fındık, patates, kümes hayvanlarında bulunur.

B5 Vitamini (Pantotenik Asit)

Faydaları: Hormonları ve kolesterolü üretir, gıdaları metabolize eder.
Bulunduğu besinler: Avokado, lahana, brokoli, mantar, sakatat, kümes hayvanları, süt ve tatlı patates.

B6 Vitamini (Prioksidin)

Faydaları: Kırmızı kan hücrelerinin üretilmesine yardım eder, beyin fonksiyonlarını korur, proteinlere aracılık ederler. Ne kadar çok protein alırsan vücut o kadar B6 vitaminine ihtiyaç duyar.
Bulunduğu besinler: Avokado, muz, baklagiller, kümes hayvanları, et, fındık ve kepekli tahıllar.

B7 Vitamini (Biyotin)

Faydaları: Protein ve karbonhidratları parçalar, kolesterol ve hormonların üretilmesine yardımcı olur.
Bulunduğu besinler: Yumurtanın sarısında, baklagillerde, süt, fındık ve tahıllarda, sakatat (özellikle karaciğer ve böbrekte), maya ve çikolatada bulunur.

B12 Vitamini

Faydaları: Genel metabolizma için çok önemlidir, sinir sistemini korur ve kırmızı kan hücrelerini oluşturur.
Bulunduğu besinler: Yumurta, süt, karaciğer ve böbrek gibi sakatatlarda, kabuklu deniz canlılarında, kümes hayvanlarında ve soya gibi takviye gıdalarda bulunur.
Önemli bir not: Vücut B12 vitamini hayvansal kaynaklardan daha iyi emer. Vegan ya da vejetaryen iseniz takviyeler sizin için yararlı olacaktır. Bu takviyeleri küçük dozlarda almak emilimi kolaylaştıracaktır.

C Vitamini (Askorbik Asit)

Faydaları: Diş ve diş etlerini destekler, antioksidan görevi görür, demirin emilimini kolaylaştırır ve yaraların iyileşmesine yardımcı olur.
Bulunduğu besinler: Brokoli, brüksel lahanası, karnabahar, narenciye, patates, ıspanak ve çilek.

D Vitamini

Faydaları: Kalsiyumun emilmesinde yardımcı rol oynar.
Bulunduğu besinler: İnsan vücudu güneşe maruz kaldığında ortaya çıkar. Aynı zamanda somon, ringa, uskumru gibi balıklarda bulunur. Balık karaciğer yağları, zenginleştirilmiş süt ürünleri ve tahıllarda da bulunur.
Yeterli miktarda demiri besinlerden almak zordur. Bu yüzden haftada üç kez 10-15 dakika güneş ışığına maruz kalmak vücudun D vitamini üretmesi için yararlıdır.

E Vitamini

Faydaları: Kırmızı kan hücrelerinin üretilmesine ve vücutta K vitamininin kullanılmasına yardımcı olur.
Bulunduğu besinler: Avokado, koyu yeşil sebzeler, yağlar, mango, fındık ve buğday tohumu.

K Vitamini

Faydaları: Kemik sağlığını geliştirir, kanın pıhtılaşmasına yardım eder.
Bulunduğu besinler: Lahana, karnabahar, koyu yeşil sebzeler, balık, sığır eti, sakatat ve yumurta.

Folik Asit

Faydaları: DNA üretimi için gerekli olan kırmızı kan hücrelerini üretmek için B21 ile beraber çalışır (bu yüzden hamile kadınlar bazı doğum kusurlarını önlemek için alırlar).
Bulunduğu besinler: Kuşkonmaz, brokoli, pancar, kuru fasulye, yapraklı yeşillikler, portakal, mercimek, fıstık ezmesi ve buğday tohumu.

Kaynak: popsci.com



Emoji

Sesin beyindeki oluşumu ile ilgili yeni bulgular




Geçtiğimiz günlerde Hint bülbülleri üzerinde yapılan bir araştırmanın yayınında kimyasal yollar ile genetik engellemeler sağlanarak sinirsel aktivitelerin baskılandığını ve bu yöntemle ses oluşumunun beyinde nasıl kontrol edildiğine ilişkin bulgulara ulaşıldığı belirtiliyordu.
Beynin Arcopallium bölgesindeki sinirleri genetik yöntemler ile susturan araştırmacılar Hint bülbüllerinin neredeyse tamamen ses üretememe veya kısmi olarak ses üretebildiklerini gözlemlediler. Beynin Arcopallium bölgesinin ses oluşumunun merkezi olduğu daha önceden biliniyordu. Fakat önceki çalışmalardan farklı olarak bu bölgedeki sinirler bir takım gen baskılayıcı kimyasallar tarafından işlevsiz hale getirildi. Bu yöntemle daha önce sadece kimyasallar kullanılarak etkisiz hale getirilen örneklerin aksine sesin tamamen yitirilmediği buna karşın kuştan kuşa melodilerde farklılık oluştuğu rapor edildi. Ayrıca, melodilerin zamanlaması ve sırasında herhangi bir anormallik saplanmadı. Bu teknik sayesinde sinir gruplarının ne kadar doğrululukta baskılanabileceği hakkında bulgulara da ulaşıldı.
İnsanlarda sesin oluşumu ise bir takım gönüllü ve reflektif hareketlerin birleşimi ile oluştuğu düşünülmektedir. Dolayısıyla bu koordinasyonun sağlanmasında ileri düzeyde gelişmiş sinirsel bir devrenin olduğu bilinmektedir. Araştırmacılar bu sinirsel devrede rol alan sinirlerin hangi ölçüde işlevsel olduğunu anlamak için bir takım kompleks görüntüleme teknolojileri kullanıyorlar fakat bu teknikler ile bölgelerin hangi fonksiyondan sorumlu olduğu anlaşılsa da, bu bölgede görev alan sinirlerin hangi oranda işlevsellik gösterdiğini anlamak çok zordu. Bazen sadece bölgedeki sinirlerin yüzde 5’nin aktif halde olması bile fonksiyonu gerçekleşmesi için yeterli olabiliyor. Kimyasal yollar ile yapılan genetik kontrolü sayesinde sinirlerin ne oranda aktivite içinde olduğu anlaşıla biliniyor. Bu tekniklerin kullanılması araştırmacılar arasında son on yılda yaygın hale geldi.
Bu teknik daha önce fareler üzerinde de uygulandı ve sonuçlar Hint bülbülleri ile paralellik gösteriyordu. Temel olarak bu teknikle genetik metotları kullanarak sinir hücrelerini bir ilaca veya kimyasala hassas hale getirebiliyorsunuz, böylelikle kimyasalınızı bölgeye ulaştırdığınızda sadece kimyasala karşı hassas olan sinirleri pasifize edebiliyorsunuz. Bu sayede daha önce bölgesel olarak uygulanan toksinler ile işlevsiz hale getirilen bir çok çeşit sinirlerin yerine, özel olarak hedeflediğiniz sinirleri pasifize edebilir ve onlara kalıcı zarar vermekten de korunmuş oluyorsunuz.
Çalışmada Hint bülbüllerinin kullanılmasının nedeni, daha önce ozellikle ses oluşumu üzerine iyi çalışılmış bir model olması ve beyin anatomisinin çok iyi bir şekilde biliniyor olmasından ötürüdür. Araştırmacılar kimyasallar kullanarak genetik değişiklik sağlayan yöntem ile belli sinirlerin pasifize edilmesi ile ses oluşumunun beyindeki koordinasyonu hakkında bulgulara ulaştılar. Çalışma kendi başına çok önemli gibi görünmese de bu yeni nesil metodun beyin fonksiyonların sinirler tarafından nasıl kontrol edildiğine yönelik daha detaylı bilgileri yakın bir gelecekte araştırmacılara sağlaması bakımından önem taşımaktadır.
Bu çalışma Okinawa Bilim ve Teknoloji Enstitüsü (OIST), Tsukuba Üniversitesi Uluslararası Uyku Tıbbı Enstitüsü (WPI-IIIS) ve Harvard Üniversite’sinden araştırmacılar tarafından yürütülmüştür.
Referanslar:
  1. Yoko Yazaki-Sugiyama, Shin Yanagihara, Patrick M. Fuller, Michael Lazarus. Acute inhibition of a cortical motor area impairs vocal control in singing zebra finchesEuropean Journal of Neuroscience, 2015; 41 (1): 97 DOI: 10.1111/ejn.12757
  2.  Sounds of silence: Brain activity analysis informs researchers on how vocalization worksSciencedaily



Emoji

Beyinde hareket fonksiyonlarını kontrol eden bölgede yeni bulgular



Araştırmacılar, beynin Neostratium bölgesinde bulunan sinirlerin birbirleri ile olan bağlantılarını tam olarak aydınlatabilmek için yaptıkları çalışmada sürpriz bir sonuca ulaştılar. Sonuçlar, bu bölgedeki sinir hücresi gruplarının daha önce tahmin edilenin aksine birbirleri ile iletişim halinde olmadıkları ve fonksiyonel olarak komşu sinirlere daha az bağlı olduklarını gösteriyordu.
Neostratium bölgesi beyinde gönüllü hareket eylemlerinin kontrol edildiği geniş bir sisteme sahip olan beynin önemli bölümlerindendir. Bu bölgede sinir hücreleri ayrı ayrı küçük gruplar halinde bulunurlar. Fakat bu bölgeyi 3 boyutlu inşasında birlikte görev alırlar. Bu sinir hücrelerin arasındaki iletişimsizlik Parkinson gibi sinirsel iletişim bozukluğu gibi hastalıkların anlaşılması açısından ışık oluyor.
Parkinson hastalığı beynin Neostratium bölgesindeki dopamin moleküllerinin eksikliği ile hareket sistemlerini düzenleyen sinirlerin iletişimsizliği ile oluşmaktadır. Bu bir takım yürüme ve ayakta durma zorlukları getirdiği gibi kimi zamansa merdiven çıkmakta kolaylık sağlaması bakımından sinirbilim açısından büyük bir bulmacadır.
Araştırmacılar Parkinson hastalığının modelini çalışmak için Neostratium bölgesindeki sinirleri virüsler ile enfekte ederek onları mavi dalga boyundaki ışığa duyarlı hale getirdiler. Böylece beyin kesitlerine mavi ışık uyguladıklarında bu bölgede bulunan sinirlerin aktivite olup birbirleri ile iletişime girmesi bekleniyordu fakat beklenenin aksine bu bölgede bulunan bazı sinirler komşu sinirler ile iletişimde bulunmuyordu.
Bu sayede araştırmacılar Neostratium bölgesinde birbirinden bağımsız iki sinir grubunun varlığını aydınlatmış oluyorlardı. Bu sonucu test etmek için araştırmacılar aç bırakılan farelerin besine ulaşma yolunda iken, bu bölgedeki sinirleri pasifize ettiler. Sadece bağımsız çalışan sinir grubunun pasifize olması durumunda farelerin hareket kabiliyetlerinde anormallikler tespit edildi. Bu sonuç bağımsız sinir gruplarının vücutta ne ölçüde fonksiyonel işlerlik oluşturduğu hususunda bilgiler sunuyor olsa da çalışmanın baş araştırmacısı Profesör Gordon Arbuthnott, bu husustan tam anlamıyla ikna olmamış. Kendisi sadece bir bölgedeki sinir hücrelerin aktivitesinin hareket davranışını kontrol edebileceği yönündeki bulguların gerçekte birçok soruyu da beraberinde getireceğini düşünüyor.
Bu çalışma Okinawa Bilim ve Teknoloji Enstitüsü (OIST) ve Tsukuba Uluslararası Bütünleşik Uyku Tıbbı Enstitüsü’nden (WPI-IIIS) araştırmacılar tarafından yürütülmüştür.
Referanslar:
  1. Violeta G. Lopez-HuertaYoko NakanoJohannes Bausenwein et al. The neostriatum: two entities, one structure? Brain Structure and Function (2015)
  2. OIST News: Dark Neural Patches



Emoji

Biyolojik saat ilk kez kontrol altına alındı




Beyindeki biyolojik saati yeniden kurabilme imkanı sağlayacak biyolojik “yenileme” tuşunun keşfi dönemsel hastalıkların tedavi edilmesinden, gece boyu çalışmadan kaynaklı sorunlara hatta uzun seyahatlerde gözlemlenen jet-lag probleminin çözümüne kadar önemli bir umut ışığı oluşturdu. Bu buluş Nature Neuroscience’da 2015 yılı Şubat ayı içerisinde yayımlandı.
Araştırma ekibinden Dr. McMahon, beynin Suprachiasmatic Nucleus (SCN) bölgesine fiber optikler ile gönderilen lazer ışınları sayesinde biyolojik saatlerden sorumlu sinirleri yapay olarak kontrol altına alabildiklerini ve bu sayede uyku ve uyanıklık döngüsü üzerinde yeni kurulumlar yapılabildiğini belirtti.
Günümüze kadar nörobilimciler beynin SCN bölgesindeki nöronların aktivitesinin biyolojik saatin oluşumunu sağladığını biliyorlardı, fakat buradaki nöronların aktivitesinin değişmesinin biyolojik saat üzerindeki etkisi ise bilinmiyordu. Bu çalışma ile araştırmacılar yapay yollar ile beynin SCN bölgesindeki nöronları uyararak veya baskılayarak onların aktiviteleri üzerinde değişiklikler yapmayı başardılar. Bu değişikler sayesinde deney hayvanlarının biyolojik saatlerini yeniden kurdular.
Çalışmanın tamamı deney fareleri üzerinden yürütüldü. Farelerin, geceleri uyanık (nocturnal) olarak geçiren canlılar olması dışında biyolojik saatleri insanlarınkine benzer olduğu biliniyor.
Araştırmacılar, bu çalışmada yeni bir teknik sayılan ve günümüz sinirbilimleri çalışmalarında yaygınca kullanılan optogenetik yöntemlerini kullandılar. Optogenetik tekniğinde ışığa duyarlı proteinleri genetik yöntemler ile hedeflenen sinir hücrelerinin yüzeyinde üretebiliyorsunuz. Bu sayede dışardan bu bölgeye belli dalga boylarındaki ışıkları uygulayarak sinirleri aktif veya pasif hale getirebiliyorsunuz.
Yayının baş araştırmacısı olan doktora öğrencisi Jeff Jones, bu sayede ilk kez biyolojik saatlerden sorumlu nöronları kontrol altına aldıklarını belirtiyor.
Projede genetik mühendisliği ile oluşturulmuş iki grup fare kullanıldı. Birinci grupta ışık uyarısı ile sinirlerin aktif olmasını sağlayan ışığa duyarlı proteinleri sinir hücrelerininin yüzeyinde üreten farelerden oluşurken, diğer grupta ise tam tersi ışık uyarısı ile sinirlerin aktivitelerini engelleyen ışığa duyarlı proteinler bu hücrelerin yüzeyinde üretildi.
Araştıma ekibinden Dr. Tackenberg bu çalışmanın insanlar üzerinde de uygulanması için erken olduğunu belirtirken, Fakat optogenetik tekniği üzerinde son zamanlarda yapılan çalışmaların sayısındaki artışlar yakın bir gelecekte en azından bu tekniği terapi yöntemlerinde kullanılacağını düşünüyor. Ayrıca, kendisi halen bu buluşlarının dönemsel hastalıklar üzerinde olan etkisini fare modelleri üzerinde araştırıyor.
Dr. McMahon ise beynin SCN bölgesindeki nöronların biyolojik saatlerin ayarlanmasında anahtar aktörler olduğunu ve biyolojik saatimizin nasıl düzenlendiğini anlamanın mükemmel bir başlangıcı olduğunu ve bu konu ile ilgili alınacak daha çok yol olduğunu belirtiyor.
Referanslar:
  1. Jeff R JonesMichael C Tackenberg & Douglas G McMahon “Manipulating circadian clock neuron firing rate resets molecular circadian rhythms and behavior” Nature Neuroscience (2015) doi:10.1038/nn.3937
  2. news.vanderbilt.edu



Emoji

Alzheimer hastalığında oluşan hafıza kaybını önleyici anahtar mekanizma keşfedildi



Son zamanlarda ivmelenen beyin araştırmaları ile Parkinson ve Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıklar ile mücadelede önemli ilerlemeler kaydediliyor. Bu çalışmalardan birinde araştırmacılar Alzheimer hastalığının neden olduğu hafıza kaybını önleyici anahtar mekanizmaları keşfettiler.
Alzheimer hastalığı beyinde bulunan sinirlerin plastisitesine zarar vererek sinirlerin birbirleri ile iletişimini sağlıksız hale getiriyor. Bunun sonucunda beynin öğrenme ve hafıza oluşturma kabiliyetlerinde problemler oluşuyor. Yapılan bu çalışma ile beyinde bu problemlerin nasıl oluştuğu hakkında bilgi sahibi oluyoruz.
Bir tümör baskılayıcı proteini olan PTEN, ayni zamanda beyinde sinirlerin birbirleri ile iletişim etkinliğini sağlayan plastisite üzerinde rol oynayarak sinirlerin sağlıklı bir plastisiteye sahip olmasını sağlıyor. Son çalışmalar ile görülüyor ki Alzheimer hastalığı, bu proteinin sinirlerde fazla üretilmesine neden olup sinir plastisitesine zarar vererek hafıza ve öğrenme kaybı gibi problemlerin oluşmasına neden oluyor.
Bu keşif ile araştırmacılar Alzheimer hastalarında bu proteinin üretilme miktarını kontrol altına alarak hastalık esnasında oluşan hafıza kaybını önleyeceklerini hipotezlediler.
Nature Neuroscience’da yayınlanan bu çalışmada deney farelerinde PTEN proteinin üretiminin kontrol altına alındığında hafıza kayıplarının önlendiği gözlemlendi. Bu sonuçlar Alzheimer hastalığını daha iyi anlamamız ve onunla mücadele etmemiz adına umut verici olarak görülüyor. Eş zamanlı olarak başka gruplardaki araştırmacılar da bu bulguları gözlemleyebildiler. Bu gelişmenin, yeni tedavi yöntemlerinin önünü açması bekleniyor.
Yapılan istatistiklerde; Alzheimer hastalığına yakalananların sayısı önümüzdeki 40 yıl içerisinde üçte bir oranında bir artış gösterecek. Bu çalışmanın sağlayacağı önleyici tedavi yöntemleri ile ekonomik kaynaklarımızın daha sağlıklı bir şekilde kullanılması da sağlanmış olacak.
Kaynaklar:
  1. Nature Neuroscience
  2. Sciencealert



Emoji

Uykusuzluk kemik iliği nakillerinin başarı oranını düşürüyor


Araştırmalarda kemik iliği bağışlayıcısının uykusuzluğu, iliğin alıcının istenilen bölgesine ulaşması kabiliyeti acısından olumsuz etkileri olduğu gözlemlendi.
Araştırma her ne kadar laboratuvar fareleri üzerinde yapılmış olsa da insan kemik iliği nakillerinde de benzer sonuçlar vereceği düşünülüyor. Bu tedavi yönteminin binlerce bağışıklık hastasının tedavisinde kullanıldığı düşünüldüğünde bu bulguların önemli sonuçlar doğuracağı düşünülüyor.
Deneylerde ilik bağışı yapan farelerin sadece 4 saat uykusuz kalmalarının; iliğin alıcının doğru kemik dokusuna ulaşması oranını yarı yarıya düşürdüğü belirlendi. Kemik iliği bağışlayıcısının uykusuzluğun telafi edilmesi ile bu olumsuz etkinin giderildiği de gözlemlendi.
Araştırma ekibi dört saat uykusuz bırakılan fare grubu ile normal uykusunu almış fare grubundan kemik ilikleri alıp, hasta olan 12 fareye naklettiler. Nakilden 8 ve 16 hafta sonra uykusunu almış farelerden transfer edilen kemik iliklerinin alıcıda myeloid hücreleri(Bir tip bağışıklık hücresi) oluşturma oranı yüzde 26 iken, uykusuz bırakılan farelerden alınan iliklerin bu hücreleri oluşturma oranları yüzde 12 olarak belirlendi. Bununla beraber nakledilen iliklerin kandan kemiğe ilk 12 saatte geçme oranlarda uykusunu almış farelerden alınan iliklerde yüzde 3,3 iken uykusuz bırakılan farelerin iliklerinin kandan kemiğe geçme oranı ise yüzde 1,7 olarak belirleniyor.
Tüm canlıların bu hücreleri taşıdığı dikkat alındığında uykusuzluğun hücreler ve bağışıklık üzerinde daha ne gibi komplikasyona neden olduğu ise henüz bilinmiyor. Bilinen tek gerçekse uykusuzluğun telafisinde bu olumsuz etkilerin giderilebileceğinin olmasıdır.
Kaynak:
  1. Rolls A, Pang W, Ibarra I, Colas D, Bonnavion p, Korin B, et al. Sleep disruption impairs haematopoietic stem cell transplantation in mice. Nature Communications. 2015.
  2. Medicaldaily: “Stem Cell Research Finds Sleep Deprivation Could Be Impairing Transplant Efficiency”



Emoji

Beyindeki zekâ ile ilişkili gen bağlantıları ilk kez aydınlatıldı



Bilim insanları beyindeki zekâ ile ilişkili genleri ilk kez aydınlattılar. Yüzlerce genden oluşan M1, M3 adı verilen iki gen kümesinin bilişsel fonksiyonlar, hafıza, dikkat, bilgi işleme hızı ve nedenselleme özelliklerinde rol aldığı düşünülüyor.
M1, M3 gen kümelerini aydınlatan araştırmacılar bu kümelerin genlerin bağlantılı fonksiyonlar arasındaki geçişlerde kontrol görevi üstlendiğini düşünüyor. Eğer bu düşünceler doğrulanırsa yakın bir gelecekte bilişsel fonksiyonlarımız üzerinden değişiklikler yapabileceğimiz düşünülüyor.
Araştırmacılar genlerin zekâ ve bilişsel fonksiyonlar üzerinde etkisinin olduğunun bilindiğini ama hangi genlerin bu fonksiyonları kontrol ettiği su ana kadar aydınlatılamadığını belirtiyorlar.
Araştırmalarda tedavi görmekte olan epilepsi ve bilişsel fonksiyon kaybı hastaların beyni ile zekâ testlerinden geçmiş sağlıklı bireylerin beyinlerindeki gen taramaların karşılaştırılmış. Sonuç olarak sağlıklı bireylerin beyinlerindeki bazı genlerde görülen mutasyonların bireylerin bilişsel fonksiyon bozukluğu oluşturduğu tespit edilmiş. Bu kadar karmaşık bir işlem içinde bilgisayar programlarından yararlanarak yüzlerce gen arasından hangi genlerin hem hafıza gibi bilişsel işlemlerde hem de epilepsi gibi bilişsel fonksiyon bozukluklarında etkili olduğu aydınlatılmaya çalışılmış.
Nature Neuroscience dergisinde yayınlanan bu çalışma halen büyük fotoğrafın küçük bir parçasını içermekte. Yapılacak ileri araştırmalarda bilişsel fonksiyon bozukluğu yaşayan hastaların sorununa çözüm olunabilineceği hatta zekâ ve hafıza gibi bir takım beyin fonksiyonlarında iyileştirmelerde yapabileceğimiz öngörülüyor.
Referans:
  1. Sciencealert



Emoji

Yeni bir çalışma, bazı beyinlerin neden daha zeki olduğunu açıklıyor



Nature Communications dergisinde yayımlanan bir çalışmanın bulguları; IQ’su yüksek insanların, beyinlerinin en dış katmanındaki bağlantı sayısının IQ’su düşük insanlara kıyasla daha az olduğunu gösterdi.
Konu kapsamında yapılan önceki çalışmalar beynin büyüklüğünü zeka göstergesi olarak alırken; yeni bulgular sadece nöron sayısına değil, nöronlar arasındaki bağlantılara da odaklanılması gerektiğini gösteriyor. Çalışmalarında noninvaziv bir görüntüleme yöntemi kullanan nörolojistler, 260’a yakın katılımcının beynindeki gri maddenin yapısını incelediler. Bu incelemenin yanında, her bir katılımcıya bir muhakeme testi verdiler.
Görüntüleme prosedürü ve muhakeme testinin sonuçları; analitik yeteneği yüksek katılımcıların nöron sayılarının daha fazla, ancak serebral kortekslerindeki nöronları arasındaki dallanmanın daha az olduğunu gösterdi.
Araştırmacılar, Human Connectome Project isimli projede yer alan bir veritabanındaki 500 nöral haritayı incelediklerinde de benzer bir örüntü buldular.
Önceki çalışmalarda da ‘zeki beyinlerin’ IQ testindeyken daha az metabolik aktivite gösterdiği gözlemlenmişti. Bu bulguların ışığında geliştirilen hipoteze göre ise beyin hücrelerinin analitik gücü, bağlantılarının eforu minimize edecek şekilde olması ile ilgili.
Ruhr- Üniversitesi Bochum’dan nörolojist Erhan Genç, çalışmanın bulgularını “Zeki beyinler seyrek ancak verimli bir sinir ağına sahipler, bu da olabildiğince az nöral aktivite ile üst düzey düşünme gerçekleştirebilmelerini sağlıyor.” olarak yorumladı.
Bireysel ünitelerin maksimum verim ile problem çözebilmek için birbirleri ile nasıl etkileşime girdiklerini daha iyi anlamak; yalnızca beyinlerimizin hücresel seviyede nasıl çalıştığını göstermekle kalmayıp, bu üniteleri taklit eden teknolojileri de geliştirmemize yardımcı olabilir.



Emoji