Bu basit kan testi kanseri yıllar önce öngörebilir



Yeni tip bir noninvazif kanser testi, basit bir kan testiyle yüksek doğrululukla kanser teşhisi yapabileceğimiz bir geleceğe giden yolda, fizibilite çalışmalarının ilk aşamasında umut verici sonuçlar ortaya koydu. “Sıvı biyopsi” de denen teknoloji, tümörlerden kopmuş DNA parçaları kanı için tarıyor. Bu yeni sonuçlar da bizi kanser teşhisinde büyük bir gelişmeye yaklaştırıyor.
Şu anda kanseri tespit etmek için en iyi yöntem biyopsi yapmak, yani laboratuvar analizleri için tümör dokusundan küçük bir parça kesmek. Biyopsiler çoğu zaman acılı ve invazif, bir de, zaten bir tümör olan ya da en azından olduğu düşünülen durumlarda uygulanabiliyor.
Bilim insanları, bu nedenle, aynı işi cerrahi işlem olmadan yapıp çok daha erken teşhis sağlayabilecek kan testleri geliştirmek için çalışıyorlar. Dolaşımdaki tümörlerden kopmuş DNA parçalarına odaklanıldığında kandaki kanseri tespit etmek mümkün, buna dolaşımdaki tümör DNA’sı (ctDNA) deniyor.
Son yıllarda bilim insanları, kanser teşhisi konmuş hastalardan alınan örnekleri inceleyerek ctDNA’yı tespit etmenin en iyi metodunu bulmak üzerine çalışıyorlar.
Son çalışma, American Society of Clinical Oncology (ASCO) 2017’deki toplantısında sunulduğunda bilim insanlarının ctDNA teşhisi ile neler bulabileceği konusunda işleri kızıştırdı. Memorial Sloan Kettering Centre Baş Araştırmacısı Pedram Razavi; bulgularının, dolaşımda yüksek yoğunlukta tümör DNA’sı diziliminin mümkün olduğu ve bunun klinik kararlar için, tümör örneği almaya ihtiyaç duymaksızın paha biçilmez bilgi sağlayacağını gösterdiğini söylüyor.
Ekip metastatik göğüs kanseri, akciğer kanseri ve ilerlemiş prostat kanseri olan 124 hastadan alınan doku örneklerini kullanmış. Örnekleri, 508 farklı gen mutasyonu için, neredeyse 60000 kez genomun spesifik bölgelerinin üzerinden geçerek taramışlar. Bilim insanlarına göre, bu metot diğer dizilim yaklaşımlarından 100 kat daha fazla veri sağlamakta.
Metodun kanda dolaşan tümör DNA’sı yakalayabildiğini anlamak için ekip, doku örneklerinin sonuçları ile hastaların kendi beyaz kan hücrelerinden genetik materyali karşılaştırmış. Razavi; hücresiz DNA ve beyaz kan hücresi DNA’sının kombine analizleri tümör DNA’sını çok daha yüksek hassasiyetle belirlemeyi sağlarken, derin dizilim nadir tümör DNA’sı parçalarını bulmamıza yardımcı oldu diyor.
Araştırmacılar; 3 tip kanserli doku örnekleri içerisinde 864 genetik değişiklik belirleyip, bunların %73’ünü kan testlerinde de bulmuşlar.
Hastaların %89’unda hem kanda hem de tümör dokusunda en az bir mutasyon bulmuşlar. Başarı oranı, göğüs kanseri gibi sıvı biyopsiye uygun durumda %97’ye yükselmiş.
Hassas ctDNA testlerinin en büyük faydalarından biri, biyopsinin aksine,  kanseri yıllar öncesinden bulma şansı tanıması, onu vücuda yayılma vakti bulamadan yakalamak.
Yeni metot, bir genomik şirket olan Grail’in araştırmacıları tarafından geliştirildi. Jeff Bezos, Bill Gates gibi hayırseverlerin fonlarıyla desteklenen şirket erken kanser teşhisine adanmış. Grail’den, çalışmanın da ortak yazarlarından biri olan Mark Lee, Reuters’a; şirketin bu yeni testi, yüz binlerce kanserli ve kansersiz insandan geniş çaplı veri toplamak için kullanmayı planladığını söylüyor.
Sonuçlar şu an için umut verici görünse de, bu teknoloji hepimizin rutin kontrollerde faydalanabileceği bir erken teşhis aracına dönüşmeden önce ekibin daha pek çok araştırma yapması gerekiyor.
Sonuçlar, ASCO Yıllık Toplantısında sunuldu ve Journal of Clinical Oncology dergisine kabul aldı.

Mısır’da 3500 yıllık tamamlanmamış dikilitaş bulundu



Mısır’ın Aswan şehrinde 42 metre uzunluğunda ve 1200 ton ağırlığında yekpare taştan yapılmış bir anıt bulundu. Anıtın, günümüzden 3500 yıl önce, 18. hanedanın kadın firavunu Hatshepsut tarafından yaptırıldığı düşünülüyor.
Dikilitaşlar, dört taraflı konik yapılardır. Bu yapılara Eski Mısırlılar tekhenu derlerdi. Ancak biz onları yunanların obeliskos (İngilizce obelisk) isimlendirmesi ile biliyoruz. Bu anıtlar, tapınakların girişlerine yerleştirilirdi ve Eski Mısır’ın yaratıcılık ve mühendisliğini gözler önüne sererdi. Roma İmparatorluğu da bu dikilitaşların bir kısmını Roma’ya taşıyarak ve benzerlerini kendileri yaparak bu geleneği devam ettirdiler. Dikilitaşlar daha farklı ülkelerde de bugün hala görülmekte.
Aswan’da bulunan dikilitaş ise henüz yapım aşamasındayken, yani ana kaya kütlesinde şekillendirilirken yarım bırakılmış. Bilinmeyen bir sebeple bir şeyler ters gitmiş. Ancak iyi ki böyle olmuş. Bu keşif sayesinde Eski Mısırlıların dikilitaş yapım tekniklerini görebileceğimiz bir açık hava müzesine sahip olduk. Bu, arkeoloji tarihi açısından önemli bir keşif.
Kaynak: mymodernmet.com

Sürücüsüz araçlar geliyor, peki hazır mıyız?


Dünya’yı otomobiller kadar etkileyen çok az icat bulunur, otomobillerin icadından bu yana yaklaşık 250 sene geçti, peki sokaklarımızda yollarımızda kendimizin sürdüğü araçların yerini nasıl olur da sürücüsüz araçlar almaya başlar, nasıl mümkün olabilir sürücüsüz yollar?
Popular Mechanics Dergisi’nin “uçan arabaların”  sözünü vermesinin üzerinden neredeyse 60 sene geçti fakat belli ki biz insanlar belli bir süre daha uçan arabalara sahip olamayacağız. Toprağa bağlı kalacağız gibi gözüküyor. Peki sürücüsüz araçlar? Onların vaadini vermek zor mu? Hayır zor değil, hatta sürücüsüz araçlar çoktan ortaya çıkmış bulunmakta. Yolculuk esnasında biz aracın içinde kitap okuyup, film izlerken, uyurken, aracın kendi kendini sürdüğünü bir düşünün, işte bunlar artık hayal değil.
Başlangıç olarak sürücüsüz araçlar otobanlarda, işlek yollarda kendini göstermedi fakat kamuya açık yerlerde sürücüsüz araçların test edilmeye başlandığını biliyoruz, Araçlar trafiğe çıkmadan önce yüzlerce teste tabi tutuluyor  ve özellikle araca ne kadar çok sensor yerleştirilirse, güvenliğin de o kadar çok artacağına dair bir inanç mevcut. Dolayısıyla üreticilerin testleri sürerken, geliştirme aşamaları da aynı hızla devam ediyor. Bu testlerle birlikte, insanların sürücüsüz araç çalışmalarını öğrenmeye başlamasıyla insanların kafalarında birçok soru işaretleri ve merak ettikleri konular ortaya çıkmaya başladı tabi ki, insanlar test sürüşlerinin kamuya açık alanlarda gerçekleştirilmesinin ne kadar güvenli olabileceğini, trafiğe sürücüsüz araçlarla nasıl çıkılacağını, bu araçların ne kadar yollara uygun olduğunu merak ediyor. Bu tartışmalar ve sorunlardan ötürü Güney Kore çoktan bir çözüm projesini ortaya koydu ve 360 bin metrekarelik eşi benzeri olmayan devasa bir alanda test sürüş parkuru oluşturma çalışmalarına başladı. Bunun dışında Amerika, Almanya ve Avustralya’da da sürücüsüz otomobiller için önemli çalışmalar yapılıyor. Hatta geçtiğimiz günlerde Almanya’nın sürücüsüz otomobiller için bir otobanı kullanıma açacağı haberi ortaya çıktı, İngiltere’de de benzer bir çalışma gündemdeyken 1.249.030.000 nüfusuyla Dünya’nın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan’ın ise Ulaştırma Bakanı  Nitin Gadkari, mevcut koşullar doğrultusunda Hindistan’da sürücüsüz otomobillerin trafiğe çıkmasına kesinlikle izin vermeyeceklerini söyledi.  Kararın nedenleri arasında güvenlik endişelerinin ve taksicilerin istihdamına yönelik kaygıların yer aldığı iddia edildi. Sürücüsüz araçların güvenliği ve getireceği düşünülen olumsuz durumların tartışması da böylelikle yine gündemi meşgul etmeye başladı.
Durum şu ki; aslında, sürücüsüz araçların bazı belirsizlikleri ne yazık ki hala devam ediyor. Yağmur, kar gibi zorlayıcı hava şartlarında ne kadar iyi çalışabileceği, binlerce kilometrelik yolların değişen şartlarına nasıl uyum sağlayabileceği, yolda karşılaşılan diğer araçların ani hareketlerine nasıl tepki gösterebileceği  gibi sorunlar  henüz cevaplanmış durumda değil. Ve insanlar sürücüsüz araç üzerinde ne kadar çok test yapılırsa yapılsın güvenlik konusunda hala şüphe içerisinde, fakat araştırmacılara göre de trafik kazalarının büyük bir kısmı insan hatalarından kaynaklanmakta ve eğer trafikten insan sürücüler kaldırılırsa, kazaların büyük oranda önüne geçilebileceği, kazanın olma olasılığını azaltılabileceğinde ortak bir fikre sahipler.
Diğer sorunlardan biri de, sürücülerde araba sahibi olma eğilimlerinin değişip değişmeyeceğini bilmiyoruz. İnsanlar kendi kişisel sürüş otomobillerini isteyebilirler, biliyoruz ki araç sürmek bazı insanlar tarafından bir çeşit hobi ve eğlence. Herkes aracının otomatik olmasını istemeyebilir.Bizzat kendi sürmek isteyebilir. Bu konuyla ilgili TTI’nin (Teksas Taşıma&Ulaşım Enstitüsü) Teksas kentindeki sakinler üzerinde yaptığı “sürücüsüz araçlarda seyahat etme isteği” çalışmasında, katılımcıların %50-50 fikir  ayrılığı yaşadığı sonucuna varıldı. Şunu söylemekte fayda var ki, sürücüsüz araçların eğitimi ve güvenliğinin bilgisi verildiği zaman sürücüsüz araçla seyahat etme isteğinin oranının artacağı belli. Sürücülerinde bilmesi gereken bir şey var ki, o da sürücüsüz araç eğitiminin alınması gerektiği,sürücüsüz aracın kullanım prosedürleri, yollarda acil durumlarda nasıl davranılacağı, arabanın bakımı, sürücüsüz araçta insanların rolleri gibi konular üzerinde detaylı bilgi sahibi olması gerekiyor sürücülerin.
Peki ya sorumluluk? Şoförü olmayan bir araba kaza yapar ise kim suçlu olacak, araba mı? Polis arabayı durdurduğu zaman kimi suçlayacak? Yolculuk esnasında, kişi her zaman uyanık ve her saniye aracı gözlem halinde mi olmalı, aracın hata yapma riskine karşı tetikte mi beklemeli insan? Bunlar da daha yanıt bulabilmiş değil.
İş istihdamı nasıl olacak, o da başka bir soru. Hindistan, Çin, Amerika gibi kalabalık nüfuslu ülkelerin bu teknolojiyi yaygınlaştırması üzerine işsiz sayısı milyonlarca artacak. Taksi şoförlerinin, özel araç şoförlerinin işsiz kalacağı çok açık ortada gözüküyor. Peki bu sorun nasıl çözülecek?
Bu sorular sadece bir başlangıç, her yeni teknolojiyle ortaya birçok sorunun ve öngörülemeyen konuların ortaya çıkacağı kesin. Belirsizlikler elbet olacaktır. Kesin olan, insanoğlu olarak; o büyük otoyolları inşa etmeye başladığımızdan beri, ulaştırma tarihinin en önemli zamanlarını yaşıyoruz.Belki arabalarımız uçmayacak ama eskisinden çok daha yetenekli olacaklar. Evet, henüz hazır değiller -biz de hazır değiliz-  fakat uzun sürmeyecek. Sürücü koltuğunda kim olursa olsun, otomotiv sektöründe teknolojik gelişimler asla duracağa benzemiyor.

Kaynakça:
  1. https://theconversation.com/self-driving-cars-are-coming-but-are-we-ready-81538
  2. http://www.popularmechanics.com/cars/technology/news/a27502/ready-self-driving-cars/
  3. https://www.dezeen.com/2017/07/26/india-ban-self-driving-cars-protect-jobs-technology-transport/
  4. https://www.digitaltrends.com/cars/road-rave-the-best-cities-for-self-driving-cars/
  5. https://www.washingtonpost.com/news/innovations/wp/2017/07/31/why-indias-ban-on-self-driving-cars-is-misguided/
  6. https://www.theverge.com/2017/5/9/15596366/south-korea-self-driving-car-test-site-worlds-biggest

Dünyanın en eski krateri Grönland’da bulundu


Uluslararası bir bilimsel araştırma ekibi, Grönland’da üç milyar yıl önce meydana gelmiş bir asteroid çarpması sounucunda oluşan devasa bir krater bulduklarını açıkladılar.
Araştırmacılar, 100 kilometre genişliğindeki kraterin bir kısmını Batı Grönland’ın Maniitsoq bölgesi yakınlarında buldular ve kraterin 3 milyar yaşında olduğunu tahmin ediyorlar. Daha önce bilinen en büyük ve en eski krater, 300 kilometre çapı ile Güney Afrika’da bulunan Vredefort krateriydi.
Ay yüzeyinde gerçekleşmiş meteor çarpmalarının izleri bugün kolay farkedilebilir durumda. Ancak kıtaların ayrılması ve yer değiştirmesi, rağmur ve rüzgar sebebiyle tarih öncesi dönemlerde dünyada meydana gelmiş krater oluşumlarını tespit etmek zorlaşıyor. Ay’dan çok daha büyük olan dünyamızda çok ciddi çarpışmalar meydana gelmiş olmalı. Ancak şu ana kadar dünyada sadece 180 krater tespit edilebildi.
Cardiff Üniversitesi Dünya ve Okyanus Bilimleri bölümünden Dr. Iain McDonald’a göre bu keşif, bir milyardan eski kraterlerin de tespit edilip üzerinde çalışılabileceği anlamına geliyor.

1 Eylül’de Dünyamızı büyük bir asteroit geçecek



Dünya’ya yakın büyük bir asteroit olan Asteroid Florence, 1 Eylül 2017’de yaklaşık 7,0 milyon kilometre veya yaklaşık 18 Dünya-Ay uzaklığı) mesafede güvenle geçecek. Florence, birkaç kilometre uzunluğundaki Dünya’nın en yakın asteroitlerinden biridir; NASA’nın Spitzer Uzay Teleskobu ve NEOWISE görevinden alınan ölçümler, yaklaşık 4,4 kilometre boyutta olduğunu gösteriyor.
Pasadena, Kaliforniya’daki Ajansın Jet Propulsion Laboratuarı’nda (JPL) bulunan NASA’nın Yakın Uzay Nesneleri Araştırmaları Merkezi (CNEOS) yöneticisi Paul Chodas “Bilinen birçok asteroit, Florance asteroidinin 1 Eylül’de Dünya’ya olacağından daha yakın olmasına rağmen, bunların hepsinin daha küçük olduğu tahmin ediliyor. Florance, yakın Dünya gezegeni asteroitlerini bulmak ve takip etmek için oluşturulan NASA programı başladığından bu yana gezegenimizi bu yakınlıkta geçecek en büyük asteroid.” dedi.
Bu nispeten yakın karşılaşma, bilim insanlarının bu asteroidi yakın bir şekilde incelemelerine olanak tanıyor. Florance’ın yer-temelli radar gözlemleri için mükemmel bir hedef olması bekleniyor. NASA’nın Kaliforniya’daki Goldstone Güneş Sistemi Radarında ve Porto Riko’daki Ulusal Bilim Vakfı Arecibo Gözlemevinde radar görüntüleme planlanmaktadır. Ortaya çıkan radar görüntüleri, Floransa’nın gerçek boyutunu ve yaklaşık 10 metre kadar küçük yüzey ayrıntılarını gösterebilecek.
Asteroid Florence, Mart 1981’de Avustralya’daki Siding Bahar Gözlemevi’ndeki Schelte “Bobby” Otobüsü tarafından keşfedildi. Çağdaş hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale (1820-1910) onuruna verilir. 2017’deki karşılaşma, 1890’dan beri bu asteroid tarafından en yakın olanı olacak ve 2500 sonrasına kadar da en yakını olarak kalacak. Florance, Ağustos ayının sonlarında ve Eylül ayının başında dokuzuncu büyüklüğüne parlayacak ve Piscis Austrinus, Capricornus, Aquarius ve Delphinus takımyıldızları boyunca birkaç gece boyunca küçük teleskoplarda görünür olacak.
Radar, bugüne kadar yüzlerce asteroit gözlemlemek için kullanılmıştır. Güneş sisteminin oluşumundaki bu küçük, doğal kalıntılar nispeten Dünya’ya yakın olduğunda, derin uzay radarı, boyutlarını, şekillerini, dönüşlerini, yüzey özelliklerini ve pürüzlülüğünü incelemek ve bunların yörünge yollarının daha kesin belirlenmesi için güçlü bir tekniktir.
Kaynak: NASA/Jet Propulsion Laboratory. “Large asteroid to safely pass Earth on Sept. 1.” ScienceDaily. ScienceDaily, 22 August 2017. <www.sciencedaily.com/releases/2017/08/170822144507.htm>.

Atom dünyasını tam renkli hale getirme



Bilim insanları, atomik kuvvet mikroskopu ile taranan verileri net renkli görüntülere dönüştürerek atom dünyasını görselleştirmenin yeni bir yolunu geliştirdiler. Alkol, yarı iletken ve kimyasal bileşiklerin kısa sürede gözlemlenmesine olanak tanıyan yeni geliştirilmiş yöntem, yüzeylerin ve cihazların araştırma ve geliştirilmesinde yaygın olarak kullanılma vaadinde bulunmaktadır.
Özel moleküller ve atomlar gördüğümüz ışık dalga boylarından çok daha küçüktür. Bu tür küçük yapıları görselleştirmek, genellikle atomların konumlarının siyah-beyaz gösterimini sağlayan özel araçlar gerektirir. Atomik kuvvet mikroskopları (AFM), yüzeyleri atomik ölçek seviyesinde incelemek için kullanılan en güçlü araçlardır. Bir yüzey üzerinde hareket eden bir nano-ölçekli uç, atomların fiziksel konumları hakkında her türlü bilgiyi vermekle kalmaz, aynı zamanda kimyasal özelliklerini ve davranışlarını da verir. Ancak, AFM sinyalleri işlendiğinde bu bilgilerin çoğu kaybedilir. Profesör Hideki Kawakatsu başkanlığındaki Tokyo Üniversitesi Endüstri Enstitüsü (IIS) merkezli  çalışan araştırmacılar AFM’leri çalıştırmanın ve  yapısal ile kimyasal bilgileri net, tam renkli görüntülere ayıklamak için verileri görselleştirmenin yeni bir yolunu buldular. Bu bulgular yakın zamanda  Applied Physics Letters dergisinde  yayınlandı.
Araştırma yayınının başyazarı ve LIMMS / CNRS-IIS doktora sonrası araştırmacı olan Pierre Etienne Allain  “AFM çok yönlü bir tekniktir ve AFM ucunu frekans eğrisinin dibine bağlama yaklaşımımız yüzeyden bilgi kaybetme riski taşımadan aynı zamanda ölçümler yapmamızı sağladı” dedi.
İnsanlar sıklıkla AFM ölçümlerini, yüzey ile etkileşime girdiği zaman titreşimlerindeki değişimleri ölçerken AFM ucu sabit bir yükseklikte tutarak gerçekleştirirler.  Alternatif olarak, titreşimlerin frekansı aynı kalacak şekilde AFM’yi yukarı ve aşağı hareket ettirmek de mümkündür. Her iki yaklaşım da avantajlıdır, ancak birinin çok zaman harcayabileceği ve diğeri de bilgi kaybına neden olabileceği için dezavantajlara sahiptir.
IIS liderliğindeki araştırmacılar AFM ucu hareket ettirmek ve veriyi dönüştürmek için bir yol geliştirdiler; böylece ucu, titreşim frekansının yüzey tarafından kuvvetli bir şekilde etkilendiği bir konumda yüzeyin üstünde kalacaktı.
Bu yaklaşımın bir diğer yararı, modelin araştırmacıların renkleri sırasıyla kırmızı, mavi ve yeşil olarak atadığı üç değişken üretmesidir; böylece tam-renkli görüntüler üretebilmektedir. Ayrıca, yöntemlerini bir silikon yüzeyinde başarıyla test ettiler.
Yapılan yayının ortak yazarlarından olan ve doktora sonrası araştırmacı olarak çalışan Denis Damiron “Görüntünün renkleri aynı ise, sinyallerin aynı atom ve çevreden geldiğini söyleyebiliriz. Bir yüzeyden karmaşık kimyasal ve fiziksel bilgileri temsil eden bu yeni yol, atomların hareketlerini ve davranışlarını eşi benzeri olmayan detaylarla incelememize izin verebilir” dedi.